Her kış, 1 Aralık’ta başlayıp 15 Mart’da biten bir ritüelim var.
Bu tarihlerde bazı sabahlar saat 04:30 gibi kalkıp, Şişli’den Kanlıca’ya gidiyorum. Sabah saat 05:00- 05:30 arası henüz hava aydınlanmamışken balıkçı takaları boğaza açılır. Şehrin sessizliğini bozan tek ses, Kanlıca sırtlarından gelen kuş sesleri ve boğazdaki bu balıkçı teknelerinin pancar motorlarından yükselen ritmik “tak tak”ları olur…
Deniz kıyısında benden hariç; yürüyüşe çıkmış bir iki çift ve bir de dertlerini boğaza akıtan “aşkta zaid” ilan edilmiş garipler olur…
Yanımda bir kadeh getiririm, bir de numunelik olarak kullandığım 5cc’lik laboratuvar şişelerinde –mümkünse soğuk kış İstanbul sabahını şenlendirecek kadar yüksek alkollü– fıçı sertliğinde şişelenmiş bir viski. İsli olanları daha makbul bulurum. Önce denizin kokusunu çekerim içime, sonra gözlerimi kapatır, Orhan Veli’ye bir selam çakarım…
Ardından tanyerinin ağırmasına henüz dakikalar varken, bu pancar motoru sesi senfonisine eşlik eden karanlığa bir yudum sunarım. Viskiyi ben değil, sabahın serinliği içsin isterim. Öyle olursa içim ısınır ve anlarım ki soğuk kırılmaktadır damağımda.
İskoçlar sabahları çok erken saatte, çok az miktarda içilen böylesi viskilere “wee dram” adını verir. Ben babamdan öğrendiğim şekliyle “kapaklık” derim. Eskiden viskiler, genellikle mantar kapakla değil, vidalı kapakla şişelenirdi. Çocukluğumun bir bölümünün geçtiği Erdek’te babam çok erken, sabah vardiyasına yetişmek üzere evden çıkarken, bazen viskisinden, bazen kanyağından (konyak değil, kanyak!) bazen de rakısından sek olmak şartıyla vidalı kapağa doldurur ve bir yudumluk atardı. Bazen ikinci kapağı doldurduğunu da bilirim ki onun fazlasına artık “yolluk” denir.
Velhasıl Boğaziçi’de bir başıma, kendi kendime kapaklanırım.
Kapaklanmak; hem ayağı takılıp yüz üstü düşmek, hem de yelkenli bir teknenin sert rüzgâr ya da ani sağanak nedeni ile devrilmesi anlamında kullanılan bir deyimdir. Sabah erken saatte içtiğim bir kapak viskinin, bu iki anlamında içerdiği “şok etkisi ile devrilmek” manâsını da yansıttığını düşünürüm. Yüksek alkolü ile uykuyu devirir, geceden aklıma takılmış düşünceleri evirir ve nihayetinde gün doğarken karanlığın taşıdığı umutları da içime geri verir.
Deniz kıyısında oturan “aşkta zaid” ilan edilmişler var dedim ya…
Ben hep erkek zaidleri görürüm o saatlerde.
Yani bir kadın zaid olmaz sabah vakti Boğaziçi’de… Garip!
İki sene önce bankta oturan, kafasını karnına gömmüş, eli yüzü düzgün ama belli ki ruhu darmadağın birinin yanına üleştim.
Ses etmedi. Hatta hiç kıpırdamadı. Uyuyor sandım ben.
Çıkardım kapaklığımı bir nefes kokladım önce sonra bir yudumla bütünleştim. Ben nasıl mutlu olduysam, belki çare olur diye düşünüp ikinci kapaklığımı uzattım zaid garibe.
O zaman hayat emareleri belirdi. Sessizce aldı ve ilk yudumla tekrar kapaklandı dertlerine…
Sonra ben fısıldadım, o dinledi:
Sivil ölümden konuşuyoruz dağılan neftilikler
arkadaşlar Makedonyalı kalın usta marangozlar.
Kapaklanır bir adam daha kaçıncı, aktığımızı görünce
ters çevrilmiş kente karşı işte onun denizlerine
delikanlı kostaklarımızı çıkarmış ve ırmaktır.
Erkek ölümden konuşuyoruz yeni ormanlardan
dahi “dikeni seven gülüne katlanır bir kadın”dan.
Haramiler ki kırkın üstünde artık sayıları
bir küçük tabut tabakada gezdirirler ölüleri fakfon
burunları çekmek üzre, ince çağrışımlıdır.
Ey orta ikiden ölerek ayrılan çocuklar! aslında başlayan
askerler tabiatta hâlâ tramvaydan Sirkeci’de mi inerler?
süsüne kaçılmamış bir cenaze törenine gitmek için.
… ve birlikte bir daha kapaklandık ikimiz
bir de Ece Ayhan…
—
Bu satırları yazarken, kapaklığım: SMWS 42.42 Waiter… there’s ash in my coffee ile doluydu.
Tadım notları için buraya bakabilirsiniz.